Ekonomi yönetiminin nabzını tutan sorulara içtenlikle cevap veren Işın Çelebi, durgunluk sürecindeki dünya ekonomisinde enflasyonla savaşın sürdüğünü, bununla beraber ülkelerde radikal sağ uçtaki hareketlere yönelme eğiliminin popülerlik kazandığının altını çizdi.
Benzer bir eğilimin 2. Dünya Savaşı öncesinde de görüldüğüne atıfta bulunan Çelebi, “Artık ülkeler dünya çapında bir savaşı göze alamıyor ancak silah ticaretine dayanan bölgesel savaşlar ön plana çıkıyor. Radikal sağ uçlara eğilimli bu ideolojik kayma ise enflasyonla mücadele sürecinin uzamasına ve ekonomide istikrarsızlığın derinleşmesine neden oluyor” dedi. İşte Işın Çelebi’nin sorularımıza verdiği cevaplar:
Uzun yıllar siyasetin önemli kademelerinde yer aldınız ve Ekonomi eski Bakanı olarak da bizim için görüşleriniz çok önemli. Özellikle hocam, yükselen enflasyonu neye bağlıyorsunuz? İktidar kanadının söylediği gibi pandemi ve Ukrayna savaşının etkileri mi yoksa muhalefet kanadının söylediği gibi yapılan yanlış ekonomik hamleler mi? Bunu iki taraftan da değerlendirebilir ya da doğrudan kendi tespitleriniz ışığında enflasyonun yükselme nedenlerini açıklayabilir misiniz?
Birincisi dünyada radikal ölçekte sağa bir kayış var. Bu 2008 global krizinden sonra ortaya çıkan bir tablo. Benzeri bir durum 1930’da da dünyadaki global krizden sonra ortaya çıktı. Radikal sağ uçtaki hareketler Avrupa’da iktidar oldu ve Dünya Savaşı oluştu.
Global krizin etkisini şu anda da siyasette ve ekonomide fiilen yaşıyoruz. AB’de enflasyonla mücadele edilirken bir resesyon tehlikesi ortaya çıktı. Almanya’da ciddi bir durgunluk yaşanıyor. Amerika da bu süreci önlemeye çalışıyor. Gördüğüm kadarıyla da dünya resesyonla karşı karşıya ve enflasyon problemini çözmekte zorlanıyor. Çünkü dünyada bir durgunluk ve istikrarsızlık var.
2008’de de dünya ekonomik kriz yaşadı. Bugün ise 2008’in olumsuz etkilerini hissediyoruz. Kimse dünya ölçeğinde bir savaşı göze alamıyor. O yüzden silah ticaretine yol açan bölgesel savaşlar fazlasıyla ön plana çıktı ve silah endüstrisi dijitalleşmeyle beraber oldukça gelişti. İşte bu silah endüstrisi, ürünlerini satmak için bölgesel savaşlara neden olan problemleri körüklemeyi sürdürüyor.
Afrika ve Ortadoğu ülkeleri bu örneklerin başında geliyor. İşte size İsrail-Filistin Savaşı. Arkasından Yemen’de gerçekleşen olaylar. Ayrıca İran, Irak bütün bu bölgesel savaşlara verebileceğimiz örnekler arasında yer alıyor. Ortadoğu ve Afrika’daki krizler derinleşerek devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı da bunlardan biri.
Talebi kısan daraltıcı politikalar geliri düşürüyor
Radikal sağdaki uçlara kayma konusu AB’de de önemli olmaya başladı. Hollanda da bile bu eğilimin etkilerini gözlemliyoruz. Benzer bir yaklaşım Almanya’da da var. Gelelim 2024 yılındaki iki milyar kişinin oy kullanacağı seçimlere.
Rusya ve ABD’de kritik seçimler var. Amerika’da Trump’ın kazanma ihtimali söz konusu. Gelinen noktada çatışmacı söylem her yerde çok etkili. Türkiye ise bu gelişmelerden doğal olarak olumsuz etkileniyor. Tüm dünyada ideolojik siyaset ön plana çıkıyor.
Bu da ekonomide istikrarsızlık problemini büyüterek enflasyonun sürmesine neden oluyor. Bu şartlarda maalesef daraltıcı politikalar tamamen talebi kısmak üzerine inşa ediliyor ve bu süreç gelir dağılımının bozulmasına neden oluyor, kayıt dışı ekonominin güçlenmesine katkı sağlıyor.
Gelinen noktada üst gelir grupları toplam gelirin yarısına sahip olurken alt gelir grupları gittikçe fakirleşiyor ve orta sınıf yok oluyor. Bu yapıda enflasyonla sadece ücretleri kısarak mücadele etmek yeterli değil. Burada üretimin, verimliliğin ve teknoloji düzeyinin geliştirilmesi gerekir. Böylece arzı artırmak da çok önemli. Bu doğrultuda üretim, verimlilik ve teknoloji düzeyinin yükseltilmesi büyük önem kazanıyor.
Türkiye’de talebi ve alt gelir grubunun ücretlerini kısabildiğimiz ölçüde kıstık. İnsanlar fakirleşti ve orta sınıf yok oldu. Şimdi arzı artırmamız lazım. Bunun için de ihracat çok önemli. Uluslararası piyasalar da daraldığı için bizim ihracatı artırmamız sadece piyasalarda belirlenen gerçekçi kur politikasıyla ve ihracatçıya öncelik vermekle gerçekleşebilir.
Biz bugün ihracatçıyı sadece cezalandırıcı politikalar uyguluyoruz. İhracat gelirinin yüzde 40’ını kamu elinde tutuyoruz ve ihracatçı kazandığı paranın tamamını ihracatını geliştirmek için kullanamıyor. Yüzde 40’ına kamu el koyuyor. 250 milyar dolarlık ihracatımızın yüzde 40’ı 100 milyar dolara denk geliyor.
Oysa Eximbank ihracatçıya en fazla 21 milyar TL kredi kullandırıyor. 100 milyar dolarlık tutara kamu el koyarken ihracatçı ancak 21 milyar TL’lik kredi kullanabiliyor. Bu problemin acil olarak çözülmesi gerek. Kur politikası ötesinde ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 70’lerin altına düştü. Bunları yüzde 80’lerin üzerine çıkarmak lazım.
Peki hocam para ve maliye politikaları açısından değerlendirdiğimizde şu an da eş güdümlü olarak gittiğini söyleyebilir miyiz?
Hayır söyleyemem.
Ekonomide yapı değişikliği şart
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın medyan tahmini olan yüzde 36’yı ne kadar gerçekçi buluyorsunuz?
Yüzde 40-45 arasında enflasyonun olacağını ve yüzde 36 çizgisine inmeyeceğini düşünüyorum. Tekrar aynı şeyi söyleyeceğim. Bürokratik kur politikaları devam ediyor. Daraltıcı politikalar mayıstan itibaren tekrar başlayacak. Ancak ekonominin bir yapı değişikliğine ihtiyacı var.
Ekonomimizin uluslararası piyasada rekabet gücünü artırmamız gerekiyor. Örneğin Eximbank’ın sermayesini 5 milyar doların üzerine çıkarmalıyız. Firmalar yüzde 45 faiz oranıyla ihracatını finanse edebilecek durumda değil. İhracatı Eximbank ve reeskont kaynaklarıyla finanse etmek ve uluslararası arenada ekonomisinin rekabet gücünü artırmak gerektiğini düşünüyorum.
Hocam maliye tarafında depremin etkilerini dışarıda bırakırsak, size göre hangi düzenlemelerin yapılması gerekiyor?
Maliye tarafında benim gördüğüm kadarıyla bütçe ciddi açık verdi. 2023 bütçesinde 1 trilyon TL’nin üzerinde açık söz konusu. Bunun 600 milyar düzeyinde olması ek bütçeyle beraber öngörülmüştü. Bütçe açığını sadece vergi gelirleriyle kapatmaya dönük çaba yetmiyor.
Türkiye’de vergi yapısında dolaylı vergiler çok ön planda. Vergi gelirlerinin yüzde 68’i i dolaylı vergilerden oluşuyor. Dolaylı vergiler hem enflasyonu hem de fakirleştirmeyi artırıyor. Yani gelir dağılımını bozuyor. Bu süreçte kayıt dışı ekonomiyi de kayıt içine almak gerekli.
Verginin vergisiyle işler yürümez
Şimdi akaryakıta kolay olduğu için sürekli zam yapıyorsunuz. Ama akaryakıta yaptığınız zam örneğin mazotu doğrudan etkilediği için bir ürünün İstanbul’a geliş fiyatı 10 hatta 15 kat artmış oluyor. Ulaşım maliyeti tüm fiyatların artmasına sebep oluyor.
Yani kamu açığını kapatmak için ağırlık verdiğiniz dolaylı vergiler bir yerde ayağınıza dolanıyor. 100 liralık bir ürün aldığınızda 20 lira da ÖTV alıyorsunuz. 120 liranın yüzde 20 KDV’sini alıyorsunuz. Halbuki ÖTV’yi düşürseniz ya da ÖTV’yi ayrı alsanız KDV’yi ayrı alsanız olmaz mı? Biz ÖTV’nin üzerine vergi ödüyoruz. Yani verginin vergisini ödüyoruz.
Böylelikle maliyet yapısı çok yukarı çıkıyor. Buna mutlaka çözüm bulunmalı. Bu böyle sonsuz gidemez. Maliye politikalarının da gelir dağılımının da düzeltilmesi, verimliliği artırıcı etkisinin sosyal adaleti sağlayacak şekilde gözden geçirilmesi gerekiyor. Öte yandan, küçük ve orta ölçekli sanayinin ve esnafın rekabet gücünü artıracak şekilde ekonominin düzeltilmesi gerekiyor. Çünkü mevcut yapı yüzünden bir nevi servet transferine sebebiyet veriyoruz.
Bu kayıt dışı ekonominin de gelişmesine yol açıyor. Kayıt dışı ekonomi gelişince adaletsizlik de artıyor. Bu yüksek vergi oranları karşısında insanlar, vergi kaçırmaya ve kayıt dışı ekonomiye yöneliyor. Bu durum da bir takım çarpıklıklara yol açıyor. İnsanlar kolay para kazanma yolunu tercih ediyor. Tüm bunlar servet transferini hızlandırıyor.
Ortaya konulan ekonomik öngörülerin piyasa beklentilerine yakınsamış olduğunu görsek de TÜİK hala eleştiri konusu. Bu konuda yorumlarınızı alabilir miyim?
Ben TÜİK’i eleştirmiyorum.TÜİK’in hesaplama yöntemi bu. Ama bir de ‘Gayri Safi Milli Hasıla Deflatörü’ diye teknik ve matematiksel bakımdan doğru bir tanım var. Bu gayri milli hasıla hesabında da kullanılan bir rakam. Gayri milli hasıla özünde ne?
Önce buna bakmaz gerekiyor. Üretime göre baktığınız zaman toplam üretimin ürün bazında cari fiyatlarla çarpımından elde edilen bir rakam. Bir önceki yıl aynı şekilde yaptığınız fiyatlamayla bu yıl ki fiyatlamayı oranlıyorsunuz ve burada bir rakam ortaya çıkıyor. Bu Gayri Safi Milli Hasıla Deflatörü olarak ortaya çıkıyor. Bu oran sonucu elde edilen değer ise gerçek enflasyon anlamına geliyor. Buradaki yorum farkını kavramamız gerekiyor.
Peki hocam TÜİK Başkanı bir açıklama yaptı, dedi ki; “Türkiye’de açıklanan enflasyonla hissedilen enflasyon arasında uçurum olduğu söylenmekle birlikte yurt dışında bu daha uç noktalarda. Yurt dışında açıklanan enflasyonla hissedilen enflasyon arasında neredeyse 5-6 kat fark var. Türkiye’de ise bu farklılaşma çok daha düşük.” Bu açıklamayı nasıl yorumlamak lazım?
TÜİK Başkanı kendi yaptığı işin doğru olduğunu söylüyor ki; doğru. Çünkü orada 400 mal bazında hesaplama yapılıyor ve onu cari fiyatlarla çarparak fiyat artışlarını bir önceki aya göre tespit etmeye çalışıyor.
Ama bir de ortalama fiyat var. Yılın toplamındaki ortalama fiyatla bir öncekinin ortalama fiyatıyla karşılaştırmak gerekiyor. Gayri safi milli hasıla hesaplamasını da TÜİK yapıyor. Orada 400 mal değil binden fazla toplam üretimi ortaya koyan bir hesaplama var.
Şimdi bin ürünü baz aldığınızda deflatör hesabı yüzde 92 iken 400 üründe rakam yüzde 63’e iniyor. Gerçek durumu anlamak istiyorsak gayri milli hasıla deflatörü dediğimiz ortalama fiyat yapısına göre analiz yapmalıyız. Gelinen noktada, bu hesapları kamuoyuna net bir şekilde anlatmak gerekiyor ki; tartışmalar son bulsun.
Yabancı yatırım için hukukun üstünlüğü önemli
Yabancı yatırım tarafında daha çok portföy yatırımları var. Ancak direkt yabancı yatırım yok. Birçok yabancı sermaye kuruluşu çıkmak istiyor. Neden, enflasyon ve ekonomideki stabil durumdan insanlar çok emin olamıyorlar. İngilizler, Amerikalılar ve Almanlar Türkiye’ye yatırım yapmakta çekiniyor. Bu güveni tekrar sağlamak gerekiyor. Bunun da temelinde hukuk sistemi var. Hukuk yapısına güvenmediğiniz bir ülkeye yatırım yapar mısınız?
Uluslararası hukuku, bu uygulamayı kabul etmek zorundasınız. Hukuka güven çok önemli. Mahkemeler arasında çatışmalar, Türkiye’de olan her şey, 1 saat içinde bütün dünyada artık şeffaf bir şekilde duyuluyor. Dolayısıyla hukuki alt yapıyı, ekonomiyi ve demokrasiyi düzeltmeden yabancı sermaye gelişinden söz edemeyiz.
Biz bunu geçmişte yaşadık. 1986- 87 yılında bir nevi sigorta getirdik. Uluslararası hukuku kabul edeceğimizi söyledik. Rahmetli Özal bu konu da çok titizdi. Uluslararası hukuku uygulamak zorundayız. Türkiye’de kurumlar arası hukuk sistemini eğip bükmeye hakkımız yok. Gelinen noktada teşvik sisteminde ‘müktesep hak’ kavramı diye bir şey kalmadı. Bunu göz ardı ederseniz, yabancı yatırımcı da size çekimser bakar.
Hukuk ve adalet her yerde aynı düzeyde geçerli olmalı
İnsanlar ona göre yatırım yapmış karar almış yürüyecek, ama bir değişiklik yapıldı, sermaye yapısını değiştiren müktesep hakların tamamı sıfırlandı. Yerle bir ettik güveni. Kazanılmış haklar bile gitti.
Bu konu çok önemliydi. Belki çok fazla tartışma konusu olmadı. Sadece belli kesimler tartıştı. Müktesep Hakları Kanunu, maalesef Türkiye’de ölmüş durum da. Rekabet hukukunda da bir gariplik var. A firmasına başka B firmasına başka davranılıyor. Hukukta adalet her yerde aynı şekilde ölçülmeli.
Çin’de demokrasi yok ama geleneği var
Hocam bir yerde, “Çin’de demokrasi yok ama geleneği var” demiştiniz. Bu söz çok hoşuma gitmişti…
Çin’de demokrasi yok ama nasıl yabancı sermaye gidiyor. Volkswagen CEO’su ile uçakta karşılaştım. Bana, Volkswagen fabrikalarını kontrol etmeye gittiğini söyledi. “Neden Türkiye’ye değil de Çin’e yatırım yaptınız?” diye sorduğumda, “Çünkü Çin’de her şey yerli yerinde oturmuş durumda” dedi. İşte bu örnek üzerinden bazı konulardaki bakış açımızı değiştirmemiz gerektiği gün gibi aşikar duruyor.
Kaynak: https://www.dunya.com/is-dunyasi/durgunluk-surecinde-dunyada-radikal-uctaki-sag-hareketin-etkileri-gozleniyor-haberi-717095